17 Nisan 2012 Salı

Her gün aynı kederdeyim



acısı var benim içimde bitmeyen cefanın sancısı var kalbimde her gün aynı kederdeyim acısı var benim içimde bitmeyen
cefanın sancısı var kalbimde...
günlerimi derde boğup yıllarımı harcadınız rüyalarımı soğuk köşelerde bıraktınız gözlerimi doldurup
hergece ağlattınız huzurumu yok edip beni kedere saldınız bu günlerim artık meteliksizlikten ibaret sayenizde ne gücüm kaldı nede gayret
kafa dolu moral bozuk etmesemde hayret beni ben yapan her darbeniz olsun daha net aydınlığıma engel ekmeğime balta huzuruma ateş yüreğime
kanca aklıma kavma zehiri damlatan oldunuz çok sağolun çok mersi varolun memlekette yurtsuz kaldım ellerim boş artık yabancı elediniz beni
sersem yapıp hislerimi kaybettim her dertten kaçıp gün doğar sandım ama güneş hepten batık çocukluğum sadece zamn harcamaktı aile ve huzur
felan evet hepsi yalandı gençliğim gölgede perde arkasındaydı sürekli askıda yani yerle bir olmaktı çabalar ve emeğim aklımda anlayış daldı
bulutçasına yarınlarım umutla dolu şans olmasada güneş doğar elbet doğar çok yakında güneş doğar elbet doğar çok yakında
her gün aynı
kederdeyim acısı var benim içimde bitmeyen cefanın sancısı var kalbimde her gün aynı kederdeyim acısı var benim içimde bitmeyen cefanın
sancısı var kalbimde...
sana hergün hergece beddua ettim yalvardım bu dert çekilir gibi deil gayri yetti allahım bıktım artık kendisine arkadaş süsü weren bunca
açgözlü çıkarcı yalancı lüpcülerden dostlarım hepsi bana çoook ayıp etti yalan söledi yalanları ortaya çıkınca postayı kesti o sonuza dek
güvendiğim dağlara kar yağdı iki damla göz yaşı oldu ayrılığın armanı bıktım yaşadığım toplumdan herkez sinsi ve uyanık bıktım yaşadığım
yokluktan zihnim hep bulanık günler düşünmekle geçior akşamlar uykusuz biz her gelişmeye ayak uydurduk yoksa ayaktamı uyuduk
yedi bitirdi dewir adamı hayatımız alt üst oldu millet tuttu her masalı aradığı mal mülk oldu herkezin gözlerinde parlıo dolar simgeleri
nereye waracak bu halimiz dedim kimse beni dinnemedi ne rahatım ne huzurum war bıktım dünyanın bu durumundan bıktım olup bitenlerden bıktım
insanların tutumundan kaç aç susuz ewsiz barksız ser sefil çoçuk kaç katil onları katledior ecelin pencesi olup kaç bin suçsuz insan ölüor
savaşlarda yeryüzü nefretle doldu gökyüzü yaslarla nefret bizi çok kötü yedi allahım al götrür beni bu yerden bu dertlere göre ölüm ne ki...
her gün aynı
kederdeyim acısı var benim içimde bitmeyen cefanın sancısı var kalbimde her gün aynı kederdeyim acısı var benim içimde bitmeyen cefanın
sancısı var kalbimde...

12 Nisan 2012 Perşembe

SON FASIL


Bu son fasıldır, dostlarım!. Kitaplar, kasetler bütün sorularınızın cevaplarını sizlere iletiyor. Dolayısıyla, bu memlekette bize de gerek yok artık!.
Şimdi pasaportumu getirdiler... İçinde biletim ve ABD için on yıllık vizem var.!.
İnsan vedâ konuşmasını nasıl yapar, bilemiyorum. Halbuki bilmemiz gereken en önemli şey!
Zira, her an bu dünyadan ayrılmamız mümkün!.
Arkadaşlardan biri bana soruyor:
Üstadım bir yerlerde tanrı olmadığı ve ötede bir yere yönelmemize gerek olmadığını idrâk ettirdin ama; biz, kendimizde bunu tam hakkıyla hissedemiyoruz. Siz de gidiyorsunuz?..
Dönülmez akşamın ufkundayız…
Artık, vakit çok geç!
Bazıları Ricâlullahı, Evliyaullahı aracı koymak istiyorlar. Onlara gidip, bu olayı anlatıyorlar. “Efendim, biz ondan daha istifade edemedik. Gitmese burada kalsa ne olur!.”
Halbuki, gerçekte onlar da gitmemi istiyorlar da, siz farkında değilsiniz!.
Onlar benim burada kalmamı isteselerdi, gereken şartları ona göre düzenlerler ve benim burada kalmamı sağlarlardı.
Onlar sadece kendilerine gidenlere ayna olarak; “aman gitmesin, çok iyi idi” diyorlar.
Çünkü, Evliyanın karşısındailere ayna olma vasfı vardır.
Kendine gelenler, ne yönden hitap ederlerse, onlar da onlara ayna olarak onların imânını ve îtikadını kuvvetlendirmek amacı ile, onlara istedikleri yönden görünürler.
Siz onlardan birine gidip de, “Ahmed Hulûsi ne kadar iyi bir insan, ondan ne kadar çok istifade ettik”, derseniz; onlarda derler ki, “Aman, eteğine sarılın!. Sakın haa bırakmayın!. O çok değerli bir insan”…
Yok eğer, siz ona gider de; “şöyle kötü adam, böyle kötü adam. Şunu yaptı, bunu yaptı” deyip, beni kötülerseniz; “Aman, sakın ha!. Uzak durun!. O’nun dediklerini yapmayın!. Çok iyi etmişsiniz, kendinizi kurtarmışsınız” derler. Çünkü senin inancınla oynamak istemezler!.
Bu, onların insanlara ayna olma vasfından ileri gelir. Bunu yapmalarının sebebi hikmeti nedir, derseniz; Senin inandığına ters düşen şeyleri söyleyerek inancını sarsmamak!.. işin püf noktası budur!.
Dolayısıyla siz bilseniz, bulsanız, Ricâli Gayb’dan veya Evliyaullah’tan zatlara gidip de, hakkımızda bir şey söylerseniz, onlar da sizin düşüncelerinize ayna olarak zannınıza göre bir şeyler söyleyeceklerdir.
Zaten, gerçekten burada kalmamı isteselerdi; “mü’minin kalbi Allah’ın iki parmağı arasındadır” hükmünce, onların varlığında da tasarruf eden Allah olduğuna göre, Allah’ın kuvvet, kudret ve iradesi ile oluşturup, böyle isteklere meydan bırakmazlardı.

Demek ki, Türkiye’de kalmamızı oluşturacak şartlar yok!.

Hayat, sizin farkında olmadığınız gerçeklerle devam ediyor. Olaylar sizin sandığınız gibi değil!. Binaenaleyh yaşamın şartları da zannettiğiniz gibi hiç değil!.

Tasavvufta, târikatlarda bir zan vardır.

Onlar derler ki, “Benim şeyhim, benim mürşidim zamanın Gavsıdır. Zamanın en büyüğüdür”

Yalnız Türkiye’de beş bin küsûr tarikat şeyhi varmış, altı bine yakın!.. Demek ki, Türkiye’de altı bine yakın Gavs var!!!

Türkiye’de bu kadarsa, bunun İran’ı var, Malezya’sı, Endonezya’sı, Tunus’u, Fas’ı, Cezayir’i vs. vs. var. Bu hesapça 66666 tane zamanın Gavsı, Kutbu azamı var. Belki bunların bir kısmı da Mehdi’dir!!!. Yani, birkaç bin tane de Mehdi var(!). Belli olmaz, belki Rasul(!) de vardır.

Olay öyle boyutlara gidiyor ki farkında değiliz; bir gerçek deccalın çıkmadığı kaldı; zira onun da sahteleri çıktı; yoplumlara akı kara, karayı ak göstermedeler!.

Allah’a şükür kitaplarımda defalarca yazdım, konuşmalarımda defalarca söyledim, gene tekrar ediyorum :
Benim, hiçbir dini hüviyetim, kişiliğim, etiketim söz konusu değil!. Sadece ve sedece Allah kulu olduğumun bilinci ve idrâki içindeyim.
Ve bu idrakla da öğrendiklerimi yazılarla, seslendirmelerle sizlere nakletmeye çalışıyorum.
Onun için de kim bana pâye verirse; verdiği bu pâye, onun kendinde, hayâlinde yarattığı, tasavvur ettiği, kendi biçtiği, kendine göre bir pâyedir.
Oysa ben öbür tarafa, sizin bana biçtiğiniz bu pâyelerle geçmeyeceğim!.
Gerçeği idrâk edebilmek çok zordur, hazmedilmesi çok güçtür.
Eğer Cenab-ı Hak, bu kuluna basiret verdiyse, bilir ki, ona “Allah kulu” olmak yeter.
Kimin Allah indindeki derecesinin ne olduğunu Allah bilir; ve bu dünyadan ayrıldığımız zaman, o derece belli olacak!.
Şu anda imân ehli olarak görülebilirim. Ama, bir karış kala her şey değişebilir, şâki olarak da gidebilirim. Benim “Seyyid” olmam dahi beni bundan kurtaramaz. Sadece şimdilik bu imânı muhafaza ediyor... Buna şükrederim.
O imânı dilerse alır! Bu da onun hikmetinden, takdirindendir!. “Neden” diye sual soracak durumda da değilim!
Allah’ın “malikel mülk” olduğunu kabul etmişim. Mülkünde dilediği gibi her an tasarruf ettiğini, tasdik etmişim.
Şurada otururken birbirimizle tatlı tatlı paylaşıyoruz. Ama, şu kapıdan çıkınca karşımıza bir sürü olay geliyor. Ve, o olayların içinde darmadağınık bir hâle geliyoruz.
Hazreti Rasulullah’ın yakın sahabesinden birini uyku tutmuyor. Sabahın köründe kalkıp evden çıkıyor, yürürken bir de bakıyor ki Hz. Ebu Bekir de erkenden çıkmış evinden yürüyor. Hz. Ebu Bekr, soruyor:
“Ne o, hayırdır? Seni sabahın bu saatinde evinden çıkartan nedir” ?
-Ben münâfığım!.
-Olur mu?. Sen imân etmişsin!.
-Evet!. Gözüm dünyayı görmüyor, dünya değerleri diye bir şey düşünmüyorum. Sadece Allah ve Allah Rasulünü düşünüyorum. Kavga, dedikodu gibi şeyler kafama gelmiyor. Sadece Allah’ı tesbih edip, zikredip onu düşünüyor ve tefekkür ediyor, hissedip yaşıyorum.
Ama, Rasulullah’ın yanından ayrılınca, bunların hiç biri kafamda kalmıyor!. Dolayısıyla, ben münâfığım!. İki yüzlüyüm!. Orda başka şey düşünüyorum, burada başka şey düşünüyorum.
Hazret Ebubekr bakıyor..
“Arkadaş, ben de senden farklı değilim. Gel Rasulullah’a gidelim” diyor.
Beraberce mescide gidiyorlar. Sabah namazına gelmiş Rasulullah da!.
Soruyor Rasulullah,
-“hayrola, ne oldu?..”
-“ya Rasulullah!. Ben münafık oldum” diyor, sahabe..
-Niye? Sen, Allah’a ve Rasulü’ne imân etmişsin, kabul etmişsin. Nereden çıkardın bunu?
-Ne bileyim işte! Bilemiyorum!. Seni dinliyorum, zikirler yapıyorum. Fakat buradan çıktıktan sonra bunların çoğu geri plânda kalıyor, dünya kavgaları, gürültüleri, dedikoduları, alış veriş zamanımızı alıyor..
-Sen burada olduğun gibi dışarıda da olabilseydin, meleklerle her an görüşüp; her an Allah ile konuşur, takva yapardın”.
Bu öyle kolay bir iş değil!.
Kendi kendime pâye çıkartıyorum. Demek ki, diyorum.
Bu güzel konuları güzel güzel konuşuyorum ama, buradan çıkınca herkes gibi, yediğim içtiğim oturduğum zaman, eğlendiğim zaman vs. dünya, beşeri hallerimi yaşadığım zaman da tam imânsız biri gibiyim; diyerek kendime bundan birşeyler çıkartmaya çalışıyorum.
Ama bu, yaşamın en büyük gerçeği!.
Sükût-u hayâle uğramak demek, yaşamın gerçeği ile yüz yüze gelmek demektir!.
Çünkü, yaşamın pek çok gerçeği, bizim hayâl ettiğimiz gibi değildir.
Biz, yaşamın düzen ve sistemini idrâk edemiyoruz, kavrayamıyoruz. Çünkü, daha kozamızdan başımızı dışarı çıkarıp şöyle bir gerçek âleme bakamamışız.

İşin püf noktası burasıdır.

Kozamızın içindeki hayâle dayanan gerçeklerimiz, yaşamın gerçekleri ile pek bağdaşmaz!.

Doğduğunuz, büyüdüğünüz köyün, kasabanın ya da şehrin gerçekleri o ülkenin sınırları dışında çoğu zaman bir değer ifade etmez!.

Sizin doğup büyüdüğünüz, Türkiye sınırları içinde kalan değer yargıları ile Tayland’daki, Malezya’daki, Afrika’daki Tatıku kabilesindeki değer yargıları ve oranın gerçekleri birbirinden çok farklıdır.

Ama, bunların hepsi Allah kuludur.
Bütün bu Allah kullarında çok çeşitli değer yargıları varsa; siz bu farklı değer yargılarından yalnızca birini kabullenip, benimseyip, onun üzerine hayâller kurduysanız; başka gerçeklerle karşı karşıya geldiğiniz zaman mutlaka sükût-u hayâle uğrayacaksınız.
İşte bu sükût-u hayâle uğramanızın sebebi, bilemediğiniz bir gerçekle karşı karşıya kalmış olmanızdır.
Onun içindir ki, “hayâl hayatın desteği, sükût-u hayâl gerçeği” diyoruz.
İnsanın ne kadar çok sükût-u hayâli olmuşsa, yaşamında, o kadar çok defa gerçeklerle yüz yüze gelmiştir, demektir.
“Ben hiç sükût-u hayâle uğramadım” diyen insan da, kendi hayâl dünyasından dışarı başını çıkartmamış, yaşamı kozası içinde geçmiş demektir.
Onun içindir ki, gezmenin faydası çoktur. Çok gezerseniz, gezdiğiniz yerlerdeki başka başka değerleri, bakış açılarını görür, fark eder, o zaman “Allah”ı biraz daha tanırsınız.
Zira, sizin kozanızın tanrısından çok farklıdır, demek dahi abes gelir, “Allah”ın varlığa bakış açısını kıyasa sokmak!..
Ne yapacağız?..

Yapacağımız çok basit. Hayatta ne ile karşılaşırsak karşılaşalım, o karşılaştığımız olayı “şu an için, Allah bu olayın böyle cereyan etmesini istemiştir.” diyerek olduğu gibi kabullenmektir.

“Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler!.” diyerek, teslim olmak… Bana göre yapacağınız en akıllıca iş budur.

Dün nice, yanlış dediğiniz şeyler, ertesi gün baktınız ki, doğru çıktı.
Nice, sizi sevindiren şeyler zaman içinde gördünüz ki, büyük acılara sebep oldu.
Nice günlerin değer yargıları, daha sonraki günlerde alt üst oldu.
Öyle ise, yaşadığımız gün içinde, aklınız yettiğince, doğru bildiğinizi yapın ve onun ötesinde de;
“Allah’ım!. Ben bugün ihsan ettiğin ilme göre bunu doğru bilip, böyle yaptım. Ve, samimiyetle yaptım. Sen bana indinde bu işin hakikatı farklı ise, değişik ise, o hakikatı, gerçeği de anlayıp idrâk etme yolunu kolaylaştır, o anlayışı bana nasip eyle”!. Diye dua ediniz..
Bana göre en çıkar yol bu!. Hatta, dahasını yapabiliyorsanız, olduğu gibi seyredin bütün olayları ve yaşamı, yorumsuz bir şekilde seyredin!. “dilediğini yapıyor” deyin!.
Çünkü, Kurânda da;
“Ben dilediğimi yaparım”! Diyor.
“Ben dilediğimi yaparım” sözünün geçerli olduğu yer, bizim komşu Andromeda Galaksisi değil!.
Onun, “dilediğimi yaparım” dediği alan-boyut kapsamına, Samanyolu Galaksisi ve şu bizim Dünya ve bizim alhıladığımız boyut da giriyor! Bunu kavrayın artık!.
Bence şöyle olsa daha iyi” diyordum, gençliğimde…
Ne zaman ki kafamdaki kabaca şirkten kurtuldum, artık; “Bence şöyle olsun” demeyi de bıraktım.
Olan olayları, olduğu gibi kabullenmekten başka çaren yok!. Suçlayanlar, şirke girer!. Suçlama olduğu yerde, mutlaka şirk vardır!.
Kurân hükmüne göre:
“Allah, şirk koşanın ibadetlerini geçerli kılmaz”!. Temelinde şirk olan hiçbir ibâdet geçerli değildir!.
Öyleyse, şirkten kendinizi korumanız için mutlaka suçlamayı bırakın!
Bildiklerinize yanlış gelen bir davranışla karşılaşırsanız deyin ki:
“Ben bu işin doğrusu olarak bunu biliyorum. O konuda benim bildiğim budur. Ama, sen gene de nasıl istiyorsan öyle yap!”
Bildiğiniz doğruyu söyleyin. Ve, işiniz orada bitsin!. Kimseyi hiçbir zaman hiçbir şekilde kırmayın, incitmeyin ve zorlamayın!.
Bilin ki…
Herkes, “Allah” kendisini hangi gaye ve amaçla yarattıysa, o amaca dönük biçimde gereken fiilleri ortaya koyarak fıtrî kulluğunu yerine getirmektedir.
İlminizi paylaşın ama, kesinlikle hiç kimseyi hiçbir şeye zorlamayın!.
İnsanların bir çoğu, biraz da nefsine pâye vermek, kendini yüceltmek amacı ile karşısındakine tahakküm etmek ister, hükmetmek ister. Kendi isteklerini ona zorla kabul ettirmek ister, onun arzusu hilâfına… Bu, onda basiretin henüz açılmadığını gösterir.

“İslâm dini”nin açıkladığı sistem ve düzende zorlamaya yer yoktur!.
Kurân dahi, insana bir takım çalışmaları teklif yollu getirmiştir. Şunları şunları yaparsanız, sizin hakkınızda hayırlı olur denmiştir.
Allah’ın hükmüne, emrine karşı gelebilecek her hangi bir yaratılmış söz konusu değildir.
Buna rağmen, Allah, insanlara, emir ve hüküm yollu bunu yapacaksın dememiştir!. “Teklif” yollu talepte bulunmuştur. “Bunu yaparsanız, sizin için hayırlıdır”, diyerek.
Farz diye bildiğimiz ibadetler dahi tekliftir. Teklif olduğu için de zorlamaya yer yoktur.
O kişi teklifi kabul eder veya etmez, sonucuna da katlanır!.
Bu yüzdendir ki, dünyanın hangi ülkesinde ve neresinde olursa olsun insanların hiçbir şeye zorlanması doğru değildir, yanlıştır!.
Ayrıca güçlü olanların ya da güçlü toplulukların, güçsüz olan topluluklara zorla birtakım şeyler yaptırması, Allah’ın sistem ve düzenini inkâr manâsına gelir!.
Bunları çok iyi anlayın lutfen!.
Benim görevim, derdim bulunduğum yerdeki rejimi değiştirmek, oradaki insanları değiştirmek ve oraya İslâmi hükümleri ZORLA uygulatmak değil ki!
Ben Allah’a iman ediyorsam bu imanımın gereği olan yaşamı yaşayıp dünyadan çeker giderim.
“Arkadaş sen, bu kadar yıldır bu konularla uğraşıyor, araştırma yapıyorsun, Bu konudaki fikrin, kanaatin nedir”, diye soran olursa; onun sorduğu kadarıyla, ben de bir şeyler biliyorsam bildiğimi naklederim. İşte benim yapacağım iş bu kadardır. Bunun ötesi beni ilgilendirmez!
Çünkü, “DİN”, zaten ferde tebliğ edilmiştir!
Bu sözün iki önemli anlamı vardır.
Dinin devlet rejimi ile alâkası yoktur. Yani kişi hangi rejim ve siyasi idare şekli altında yaşarsa yaşasın; O, kendi dini inançlarının gereğini kendi bünyesinde yaşamak durumundadır. Dolayısıyla, onun, toplumu dini kurallara göre zorlayarak yönetmek gibi bir görevi yoktur!.

“Din ferde hitap eder, din kişinin geleceğini ilgilendiren şartları bilmektir”, demek, kişinin dine karşı muhatap olduğunu veya bir başka ifade ile kişinin Allah’a ve Allah Rasulüne muhatap olduğunu kabul etmek demektir.
“Din”i tebliğ eden kim?.
Allah Rasulü!.
Dolayısıyla kişi Allah Rasulüne muhataptır.
Ben, şu anda lütfetmişsiniz, yorulmuşsunuz, buralara kadar gelmişsiniz; sizlere bildiklerimin gerekenini, icap eden kadarını naklediyorum...
Ama ben, sizin “Din”i muhatabınız değilim. Sizin muhatabınız, Allah Rasulüdür!. Size dini tebliğ edendir!.
Dolayısıyla bu sözün manâsı; “Din ferd içindir” in manâsı;
“Fert, tek başına Allah Rasulü’ ne muhatap olacaktır, Ona karşı bu bildirime gerekli önemi verip vermemesi dolayısıyla mesuldür” demektir.
Dolayısıyla da, kişi ile Allah Rasulü arasında bir din adamı sınıfı mevcut değildir!.
Bir takım kişiler, kendilerini din adamı kabul ederek, din adamı sınıfını oluşturup, “Din”i tekellerine almaya kalkıyor; insanlarla Rasul ve Nebiler arasına girip, bir katman meydana getiriyorlarsa, bu yanlıştır.
İnsanlar, böyle asılsız bir katmana değer verip yönelmenin sonucudur ki, bu bilgisizliğin pahasını da oldukça ağır bir biçimde ödüyorlar.
İşte İran’da din adamları sınıfı. İşte Suudi Arabistan’da din adamları sınıfı.
“Din adamı”, “ilâhiyatçı” vs. tâbirlerinin “Din”de yeri yoktur!.
Efendim, falanca din profesörü, falanca müftü, falanca şeyhülislâm, falanca hoca, yok bilmem ne molla. ???
Yok! böyle ünvan ve kavramlar yok dinde!.
Ama sen hayâlinde tanrılar yarattığın gibi, hayâlinde din adamı sınıfı yaratırsan, hayâlinde bir takım insanlara pâye verirsen;
Sonra da o yarattıklarına kulluk eder, tapınır; hatta hatta olayın derinliğinde iyi bir müşrik olursun.

Câmide imama gerek yok mu?
Hayır! Câmide görevli bir imama gerek yok.
Namaz vakti geldiğinde câmiye insanlar toplanır, içlerinde en ehil kim varsa aralarında karar verir; “Sen bu işi daha iyi biliyorsun” derler ve başa geçirirler, hep beraber cemaatla birlikte namaz kılarlar. Rasulullah’ın uygulaması buydu..
Falanca bu konuyu iyi biliyor. Filânca daha iyi biliyor. Gider, ondan da dinlersin. Sonra onu dinler, daha ötekini dinler, neticede kendi aklın ve mantığınla kendi kararını verir kendi yolunu çizer, sonucuna da katlanırsın.
Efendim, falan zata gittim de, beni yanılttı da, bu hâle geldim. Böyle bir mâzeret ölüm ötesi yaşamda geçerli değil!.
Herkes kendi aklı, mantığı, iradesiyle kendi yolunu çizmek mecburiyetindedir, “İslâm Dini”nin sistem ve düzenine göre.
Ya aklınızı mantığınızı kullanır, kendi yolunuzu çizersiniz, ya da sonucuna katlanırsınız.

İş hayatınızı kurmak, yarın sosyal bir mevkie gelmek için nasılediyor, belli çalışmalar yapıyorsanız, Allah indinde de belli bir değer kazanmak için de belli çalışmalar yapmak, belli zamanınızı ayırmak, belli araştırmaları uygulamak zorundasınız.
Bunu yapmazsanız, kendi kendinize zulüm yapmış olursunuz.
Nefsinize zulüm edersiniz eğer, neticesinde gelecek azap ve sıkıntılar da dışarıdan biri tarafından verilmiş sıkıntılar olmaz; kendi yaptığınız yanlışların sonucu olarak başınıza gelir.
Eğer, benden yanlış bilgiler alıyorsanız, öbür tarafa gittiğinizde, “Ahmed Hulûsi bizi yanılttı” diye bir mâzeret söz konusu değildir!. Benim anlattıklarımla kalmayın... Gidin, kaynakları araştırın!.
Allah Rasulü’nün hadislerini okuyun!!. Kurânın çeşitli tefsirlerini okuyun, çeşitli yorumları görün!. Çeşitli bilgi sahibi insanlarla sohbet edin, onlara sorular sorun!.

Neticede benden aldığınız bilgilerin, oradan aldığınız cevapların hepsini bir sentez yapın; kendi yolunuzu kendi aklınızla, idrakınızla çizin!. Yapılması gereken şey budur. Aksi halde kendinize yazık edersiniz!.

“Allah’ın sistem ve düzenini” anlamadan, kendi hayâlinizdeki değerlere göre, kendi hayâlinizde yarattığınız gerçeklere göre olan bu yaşama biçimi, sizi neticede büyük pişmanlıklara sürükler.

İşte bu sebeptendir ki, sadece benim kitaplarımla yetinmeyin!. Bu kitapları okuduktan sonra başka kitapları da okuyun!. Geçmişte mâneviyat ehli kişilerin değerli kabul ettiği, büyük kabul ettiği kişilerin kitaplarını da okuyun!.

Bir Abdülkadir Geylâni’nin kitaplarını okuyun. Bir İmâm-ı Gazâli’nin kitaplarını, Muhyiddin-i Arâbi’nin kitaplarını okuyun, Nefâhat-ül Üns’ü okuyun!. Geçmişte yüksek evliyaullahın hayatlarından kesitler verir. Tezkiret-ül Evliya’yı okuyun. Ahmed Rufâi’nin kitaplarını okuyun.
Bütün mâneviyat ehli önde gelen kişilerinin kitaplarını okuyun, Şayet onları okuduğunuz zaman benim yanlışlarımı görürseniz, benim yanlışlarımı bir yana bırakıp, onların dediği istikamette yürüyün!.
Çünkü, hiçbir zaman, hiç kimse Allah Rasulü dışında kimseye tâbi olmakla zorunlu ve mükellef değildir.
Kabre girdiğin zaman; Hangi târikattansın, hangi mezheptensin; imamın hangi hocaefendi, hangi şeyhefendi, hangi mürşidefendi, hangi gavstı demiyecekler!.

Kabirde size sorulacak üç soru var.
“Men Rabbuke?.
Men Nebiyyüke?.
Men Kitabüke?.”
Bunu söyleyen Allah Rasulü Muhammed Mustafa aleyhisselâm.
“Rabbin kim?. Nebin kim?. Kitabın ne?.” denecek sana…
Hangi mezheptensin, hangi târikattansın diye sorulmayacak!.
Öbür dünyada târikat ve mezhep kavramı yoktur.
Size derler ki; bir tarikata girmezsen senin yaptığın hiçbir ibadet kabul olmaz! Eğer bir mezhebe girmezsen yaptığın hiçbir ibâdet kabul olmaz!.
Bunların hepsi yanlış, bâtıl ve geçersiz!.
Kim Kurân’a ve Allah Rasulüne iman ediyorsa, kim Kurân’da bildirilenlere imân ediyorsa, kalben bunu tasdik ediyorsa o kişi mü’mindir.
Bu imânı ile o kişi cehennemden geçer, cennete girer!. Bunun aksini kimse söyleyemez!
Bir lâf dolaşıyor ortada anlamı saptırılarak; “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır”
Evet, doğru!. Ancak Mürşid, KURÂN dır!..
Eğer mürşidin Kurân değilse öyle! Mürşid demek; Aydınlatan demek… Yani, seni aydınlatan bilgi kaynağı Kurân değilse, sen vehmine, hayâline, kendi zannında tasavvurunda yarattıklarına tâbi olursun.
Bunun sonucunda da, gerekenleri yapmadığın için helâk olursun, demektir bunun manâsı.
Biz, Kurân’dan öğrendiklerimizin anlayabildiğimiz kadarını sizlerle paylaşırız.
“Biz” dediğim kim?. Kendini merakı dolayısıyla bu konuya vermiş, bu konuda bir takım çalışmalar yapan kişiler, “biz”!.
“Biz” kelimesi, “şu işin bir okuluna girelim, bu işin eğitimini yapalım, bu işten iyi para kazanalım” deyip de bu konuyla ilgilenenler değil!. Meslek olarak “din”le ilgilenmeyi seçenler değil!. Profesyonel olarak, para kazanmak için, dinle ilgilenmeyi seçenler değil!. “DİN”in sırtından para kazanıp zengin olanlar; bunu hedefleyenler değil!.

Mevlâna, para kazanmak için dinle ilgilenmeyi seçmedi. Yunus, para kazanmak için dinle ilgilenmeyi seçmedi. Hacı Bektaş-ı veli, para kazanmak için dinle ilgilenme yolunu seçmedi.
Allah ilmini, fıtri kabiliyet ve istidadı dolayısıyla araştırıp onu insanlarla karşılıksız olarak paylaşma yoluna gidenleri kastediyorum ben, “biz” kelimesi ile!.
İşte, onun içindir ki, bizim kitaplarımızın, kasetlerimizin, hiçbir yayınımızın telif hakkı yoktur. Herkes orijinaline sadık kalmak kaydıyla istediği kadar çoğaltıp yayabilir, tercüme edebilir diyoruz. Bunun gerekçesi bu!.
Eğer, sizlere de bu dediklerim mâkul geliyor, bu yolda yürüyorsanız, onun neticesi ile karşılaşacaksınız. Allah Rasulünün huzuruna çıktığınız zaman, başınız dik, alnınız açık, yüzünüz lekesiz olacak…
“Ya Rasulallah, kabiliyetim kadar bu yolda çalışma yapabildim. Ama, senden öğrenebildiklerimi, senden bana ulaşanları insanlardan menfaat sağlama amacı ile değil, karşılıksız olarak paylaşabildim.” Demenin, vicdani huzurunu duyacaksınız.
Bakın, ben cehennemde acaba yanacak mıyım, ne kadar yanacağım sorusunu gündeme getirdiğinizde şunu sorun kendinize:
Vicdanen bu konuda ne kadar rahatım?
Akşam yatağa yattığınız zaman uyumadan evvel, kendinizi vicdan muhasebesine çekin! Bu vicdani muhasebe ile sorun kendinize: “Ben neler yaptım? Bu yaptıklarımı hangi gaye ve amaçla yaptım?.”
Bunu sorun kendinize! Alacağınız cevap sizin o sınavdaki puanınızı gösterecektir.
Cehennemden ya çok kısa bir sürede geçeceksiniz, cennet ortamına geçmek üzere; ya da orada bir hayli fazla kalacaksınız.
“Cehennemde hiç ateş, odun, alev yoktur. Oraya herkes kendi ateşini yanında götürür.” Diyor Allah Rasulü.
İşte o yanınızda götürdüğünüz kendi ateşiniz, vicdanınızda gizlidir!.
O ateşin kaynağı vicdanınızda gizlidir. Ya samimiyet suyu ile doludur, Ya da riyâkârlık ateşiyle kıvranmaktadır vicdanınız.
Her gece yapmazsanız bu muhakemeyi, haftada bir; yapamıyorsanız, ayda bir mutlaka vicdanınızı ziyaret edip onunla bir sohbet edin!.
Pahasını ödeyemeyeceğiniz en büyük aldanma, kendi kendinizi aldatmadır.
Hiçbir zaman, ne ben ne de her hangi bir din adamı olmayacaktır kâbrinizde yanınızda!.
Ben olmayacağım!. Bu gün varsam da yarın yokum!.
Her hangi bir din adamı da olmayacaktır.
Çünkü, din adamı diye bir sınıf yoktur.
Siz yaratırsanız var olur size göre!. Siz kabul ederseniz, karşınızdakinin böyle bir vasfı olur!. Ona siz, o pâyeyi veriyorsunuz. Veya birilerinin ona verdiği pâyeyi, kabullenerek böyle bir sınıf yaratıyorsunuz.
Eğer siz bu dediklerimi dikkate almaz, üzerinde düşünmez, gerekli yorumlarla yaşamınıza yön vermezseniz; eğer benim anlattıklarım da doğru ise, gerçek ise, bu gerçekle bir gün yüz yüze gelecek ve o zaman sükût-u hayâli yaşayacaksınız.
Hayâl balonunuz patlayacak, gerçekle yüz yüze gelecek ve de gerçekle yüz yüze gelmenin acısını yaşayacaksınız! Yanacaksınız! Her sükût-u hayâle uğrayanın yandığı gibi...

Sizler, gidiyoruz diye, uğurlamaya gelmişsiniz.

Câmide iken ne düşündüm, ne geldi aklıma biliyor musunuz?

“Bir namazlık saltanatın olacak taht misâli o musalla taşında!.”

“Bu dostlar, benim cenâzemi kaldırmaya gelen dostlar sanki”, dedim. Bu insanlar bizi bir sonsuz yolculuğa uğurlamaya gelmişler.
Bu kalabalık, bu sevgi, bu coşku, bizi uğurluyor bir başka âleme!.
Biraz sonra herkes dağılacak kendi dünyasına; biz de kalacağız kendi başımıza!
Acaba hazır mıyız?.
Bunu düşündüm Câmide!.
Namaza başlamadan evvel, eğer dedim, hayırlı bir iş yapmışsam ardımızdan bir “Allah razı olsun” diyecek, üç İhlâs bir Fatiha okuyacak dostlar bırakmış isek, ne alâ!. Ya bunu sağlayamamışsak kaldık kendi amelimizle baş başa!.
Bu, her gün hatırlamamız gereken bir şey de, ama ne hikmetse bu kalabalık bana bunu düşündürdü.
İnsanın sevenleri toplanır, onu uğurlar. Bir gün varız, bir gün yokuz!. İstanbul’dan, İzmir’den, Bursa’dan, Ankara’dan, Bolu’dan Türkiye’nin bir çok şehrinden buralara kadar gelmişsiniz. Ben sizin hakkınızı ödemekte acizim ve yetersizim.
Allah, gönlünüze göre, niyetinize göre, hadsiz hesapsız bir biçimde niyetlerinizin karşılığını sizlere ihsan buyursun!.
“Ölüm korkutmuyor beni, ama ayrılığın acısı zor” diyor ya hani...
Neye bağlanırsak ondan kopmanın acısını ve ıstırabını duyacaksınız.
Allah, yalnızca kendisine bağlanmamızı istiyor, kendisine teslim olmamızı istiyor.
Sevgi, insanın elinde değildir!.
Birisini, “sev” denmeyle sevemezsin!. “Sevme” denmeyle de, o sevgiyi kalbinden söküp atamazsın!.
Sevgiyi veren Allah’tır.
Bir açıklamada bulunuyor ki…
“Allah, bir kulunun sevilmesini murad ederse, meleklerine buyurur ki; “Ben bu kulumu seviyorum. Siz de onu sevin!.”
O melekler de sırasıyla dünya meleklerine kadar o sevgiyi ilham ederler ve nihayet Allah’ın o sevgisini hak eden kullara okur. Kalbe sevgiler verilir. O kullar karşısındaki kişiyi severler.
Ya da Cenabı Hak, bu kulum bu sevgiye lâyık değildir. Ben bunu sevmiyorum der. O zamanda, melâikeler bunu yeryüzüne iletir ve insanlar artık onu sevmez olurlar.”
Bu, genel manâda da böyle,özel manâda da böyle!
Sevgi ateşini tutuşturan Cenabı Hak’tır.
Etrafımda sevenlerim olduğunu görmezlikten gelmek benim elimden gelmez! Cenabı Hak sevdiriyor ki, seviyorsunuz, diye düşünüyorum. Ama, bunun hemen arkasından da şu açıklamayı ilâve etmek istiyorum.
Ben o sevgiye lâyık olduğum için Cenabı Hak beni size sevdirtmiyor!. Ben, böyle bir sevgiye lâyık değilim. Bunun idrâkı içindeyim.
Cenabı Hak, bizi size sevdirtiyorsa bu, benim bu sevgiye lâyık olduğumdan değil, buradan çıkan ilmi sizin değerlendirmeniz için, bu sevgiyi size vesile ediyor.
Çünkü, insan sevmediği birinin elinden baklavayı geri çevirir. Sevdiğinin elinden zehir içer!.
İşte Cenabı Hak, bu ilmi değerlendirmeniz içindir ki, gönlünüze bizim geçici bir sevgimizi ateşliyor; o sevgiyle siz, bize yönelip, bu ilmi alıp değerlendiriyor; özünüzdeki Allah’a giden basamakları hızlı bir şekilde çıkıyorsunu!.
Demek ki, sevgi, kişinin mutlaka o sevgiye lâyık olmasından değil, başka bir sebepten dolayı da verilebiliyormuş. Burada bir başka hikmeti farkettik.
Bunu farketmenin benim yönümden faydası şu;

Haddimi bilmiş oluyorum.
Varlığımda nem var ki, kendime özgü, kendime has hangi güzelliğim var ki söyleyeyim!. Hiç!..
Bende gördüğünüz bütün kemal ve güzellik Cenabı Hakka aittir.
O dilediği için burada onu görüyorsunuz.
Eğer Cenabı Hak o güzellik ve kemalâtını buradan çekerse bırakın sevgiyi,nefret bile etmezsiniz!… Kalır bir köşede, unutulur, gideriz.
Öyle ise, içinizde bir sevgi varsa bu sevginin Cenabı Hak tarafından size selâmeti ihsan etme amacı ile ateşlendiğini anlayıp, fark edin!.
Önemli olan kişiler değildir. Kişiler fânidir. İşte düne kadar burada idik. Yarın gidiyoruz. Sanki bir cenazeyi uğurlar gibi “elveda!.” Diyoruz.
İnsanlara “elveda!” diyeceğiz ama, ilim her zaman bizimle beraber olacak. Dün kimlere vedâ edilmedi?. Bugün kimlere vedâ edilmesin!. Yarın, daha kimlere vedâ edeceğiz.
Vedâ sözcüğü,insanın tabiatına, doğasına ters düşüyor.
Bir kediye vedâ etmek üzer bizi. Bir kuşa vedâ etmek bile üzer bizi. Hele bir insana?.
Hele hele bizde bir izi olan bir kalem izi olan insana vedâ etmek elbette güçtür. Ama,
önemli olan şey; Allah’ı görebilmek!.
Allah’ı zatıyla göremezsiniz!. Sureti, şekli, özelliği olan bir varlık değildir O!.. Onun ilmini, Onun nurlarını hissedebilirsiniz içinizde!.
Biz, Onun için varız ve er veya geç Ona döneceğiz.
Yarın hangi rütbede, makamda veya koltukta olursak olalım, çırılçıplak gideceksin. Çırılçıplak derken benim bulunduğum yerdeki dostlarıma vasiyetim şu:
Beni kefene sarmayın!. Benim üzerimde o gün için olan elbisemle gömün!
Hazret Rasulullah, elbisesi ile toprağa gömülmüştü. Beni de Onun gibi elbisemle toprağa verin!
Sonradan çıkarılmış kefen âdeti, bana göre değil!
Bugün, dünde eriyip gidecek!.
Elbiselerim toprak altında eriyip gidecek. Ve ben, yeni bir bedenle, yeni bir boyutta yaşama merhaba diyeceğim.
Ben, sizlerden biriyim. Sizler de benim gibisiniz!. Sizler de benim gibi aynı akıbeti paylaşacaksınız.
Sevdiğiniz, bağlandığınız ne varsa, ondan ayrılacaksınız.
Eğer bu bağlanma çok güçlü ise, ayrılığın yanması o kadar fazla olacak.
Öyle ise şu gerçeği fark edelim:
Dünyada yalnızca o ölüm ötesi boyuta, oranın şartlarına hazırlanmak ve oranın değerlileri arasında yer almak için varız.
“Etraf ne der” diyerek, yaptığınız her şey için pişmanlık duyacaksınız. İlmin gereği ne ise onu yaşamanız halinde de bunun nimetlerini tadacaksınız.
İmtihan dünyası demek yanlış bilgilerle, doğru bilgilerin size ulaşması ve sizin doğru bilgileri tercih etmeniz demektir.
Size, en yakınlarınızdan bile, yanlış bilgiler doğrultusunda davranış ortaya koymanız tavsiye edilir. Buna zorlanabilirsiniz.
Buna karşı, onları kırıcı olarak reddetmeyin!
“Kusura bakma, deyin!.. Benim ilmime göre doğrusu budur ve ben yarın orada kendi ellerimle yaptıklarımın otomatik sonuçlarıyla karşılaşacağım.
Eğer, senin dediğin yanlışsa, seni mâzeret olarak orada ileri süremeyeceğim.
Ne olur beni bunun için hoş gör, bağışla! Bırak, ben ilmimin gereğini uygulayayım. Sen de istiyorsan bu bildiğimin gereğini uygula! Neticede her kes gittiği o âlemde yaptıklarının neticesi ile karşılaşacaktır.”
Biz, dünyaya kavga etmek için gelmedik!. Biz dünyaya didişmek için gelmedik! İnsanlarla kötü olmak için gelmedik!.
Şayet bizi kötü olarak görenler varsa, en akıllıca iş olarak bizden uzak dursunlar. Biz bunu saygı ile karşılarız.
Allah kolaylaştırsın bizden uzak durmayı, deriz.
Bizden kendilerine ulaşanlardan yararlananlar varsa, onlar da bizi bırakıp, o yararlandıkları ilimle yaşamaya baksınlar. Önemli olan ilmi paylaşmaktır.
Bunu elimizden geldiğince sizlerle paylaştık.
Sanıyorum, bu güne kadar anlattıklarımın bir çoğu henüz toplum olarak anlayıp, idrak edip kavrayacağımız şeyler değil!. Belki zaman içinde yeni yetişen nesiller bunları daha iyi değerlendirecek.
Ama, önemli olan herkesin anlayabildiği kadarıyla bu ilmi değerlendirebilmesidir, gelecekte yararını kendisi görmek üzere!.
Herkes yaptığını hayrıyla veya şerriyle zerresine kadar alıyor ve de alacak!.
İşte bu yüzdendir ki, sizden bütün istirhamım; öncelikle çevresindekini ve karşısındakini düşünen insanlar olarak yaşamanızdır!
Daima karşınızdakini kendinize tercih edin; sakın “önce ben!” demeyin!.
Önce ben, derseniz, gelen o nimet karşınızdakine gider!. Önce ben derseniz gelen mânevi nur karşınızdakine gider.
Önce sen!. derseniz o nimet sizden karşınızdakine ulaşır.
Allah’ın sisteminde bilmediğimiz öyle sırlar var ki, bunları biz devamlı yaşıyoruz; fakat neyin ne olduğunu fark etmiyoruz. Allah basîretimizi aça…

8 Nisan 2012 Pazar

BiRaZ....az....z...z.......

BiRaZ....az....z...z.........:)
Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
-Yirmi yıldır nasıl hissediyorsam öyle.
Yani?
-Kendimi biraz hissediyorum.
Biraz ne?
-Biraz.

...YüzLer ve SözLer..


Deli sizsiniz böyle bir çağda akıllı kaldığınız için.
Ben sizin akla hayale sığmayan yanınızım
siz ki dünyayı üstünüze giyseniz
yine de açıkta kalırsınız
çünkü gözleriniz dipsiz bir ambar sanki.
ah siz,
mezarlıklar müdür olsanız
bundan daha iyi bir koyup hiç almasanız
bir tohum gibi kendinizi toprağa...

İbrahim TENEKECİ...







YanLış




"ya acaba gerçekten ağzımıza sıçanların bokunun tadına mı alışıyoruz diye mi peşlerinden koşuyoruz, yoksa gerçekten bize değer vermediklerini bildiğimizden dolayı mı onlara değer verip başımızın üstünde taşıyoruz" düşünceleri geliyor şuan aklıma.Ama yok kendimi anlamıyorum. Bu adama takılmamalıydım bu kadar. Takılmakla yanlış yapıyorum ve sanırım ömrüm yanlışlarımın beni esir almasıyla geçecek.








Aşk Yakalarsa



Aşk Yakalarsa 
Kimse size onu sevmenizi söylemez, sadece tek bir ses duyarsınız. O da yüreğinizin sesidir. Ondan başka herkes yabancı da, bir tek o size yakın, bir tek o gerçek gibi hissedersiniz. Diğer insanlar; güzeller, yakışıklılar, daha önce önem verdiğiniz insanlar unutulur. O 'Aşk' diyerek çalmıştır kapınızı. 

Bazen de kırılmaktan korktuğunuz için o kapıyı sonuna dek kapatırsınız. Çünkü öncesinde defalarca kırılmışsınızdır. Hayatınızda kaç kere âşık oldunuz, aşk kaç kere yaşanır? Hangisi gerçek, hangisi sadece size ait? Hangisinde menfaatsiz, sadece aşkla dolarak ona gittiniz? 

Hangi birini bir anda unutabildiniz? Kalple akıl onu içeri alsa da, o gittikten sonra bir tek kalp söz dinlemiyor. Aklınıza mukayet olup, unutmaya çalışsanız ve kendinizi unutmaya adamaya çalışsanız bile, kalbiniz söz dinlemediğinden, hepsi yine lafta kalıyor. 

Ben renklerin değiştiğini savunurken, bir başkası düzenin değiştiğini savunabiliyordu. Aşk bakış açılarımızın çarpışmasıyla bize özelimizi, güzelimizi sunuyordu. Ben, beni bende göreni değil; kendisinde sonsuza dek görebilecek olanı arıyordum. 

"Kafa yapılarımız uymuyor" cümlesinin talihsizliğini yaşayanlarınız olsa gerek. O kafa nasıl bir şey ki bir türlü uymuyor? Büyük ünlü uyumuna mı uymuyor, küçük ünlü uyumuna mı uymuyor? 

Uymayan ne arkadaşım? Kalp kalbi seçtikten sonra istersen aklının yarısını sevdiğinde bırak, ne fark eder? Aşka bulaşan mantığın ömrü uzun olur mu? 

Sorular denizinde boğulmaktır aşk. Fiziksel yönüyle çekim gücüyle sizi divaneye çeviren kişi, aklı ve kalbiyle de sizi ele geçiriyorsa onu unutmanız neredeyse imkânsızdır. O nedenle insanlar artık izdivaç programlarından medet umar hâldeler. Fizik olarak tamam, lokum gibi kız, acayip yakışıklı bir çocuk lâkin "Kafa olarak anlaşamadık, uymuyor kafa yapılarımız..." sözü olayı bitiriyor işte. 

Bazıları da aşktan korktukları için, "Artık başa gelen çekilir, ben mantık evliliği yapacağım" derler. 

Aşka inançlarını kaybettiklerinden, aşkı bulamadıklarından, bulup da kaybettiklerinden dolayı olsa gerek, birçok nedeni var aslında bunun. Haydi canım mantık evliliğini yaptın, her şekilde uydunuz. 

Yanında kalbin çarpmayacak, ellerin terlemeyecek, dilin damağın kurumayacak, midende kelebekler uçuşmayacak ve sen o insanla bir ömür geçireceksin! Ya da sonunda pes edip geçiremeyeceksin... 

Şu frekans nasıl bir şey ki bir türlü tutmuyor. Bir de severiz, sevmez. Sevmediğimiz sever. 

Onun talihsizliğini de yaşayan bilir. Sürünüyorsunuz, kadın da olsanız, erkek de olsanız peşinde deli divanesiniz, o da ağırdan satacak ya kendisini, eğlenecek biraz tabi. Oyun istiyor. Oradan oraya sevmediği hâlde türlü oyunlarıyla maymuna çevirir sizi. Sonra bir de bakarsınız ki bir gün, bir başkasının koluna girmiş, başkasıyla birlikte. Salak hissetmez misiniz kendinizi? Son pişmanlık fayda etmez ne yazık ki. O oynadı tabi oynayacağı kadar. 

Bir de dürüstçe sevmediğini söyleyip, sizdeki ilginin bitip bitmediğini test eden akıllılar var. 

İlgi biterse, sevmiyorsunuz demektir ona göre. Orada olay biter, aşkınız yalandır. Kendisi çok doğruydu da sanki, sizin aşkınızı sınıyor. Kardeşim olur mu böyle demezler mi adama? 

Bir de şöyle bir talihsizlik var ki, hayalinizdeki insanın geleceğine dair beklenti içerisine girmek. 

Sadece onu düşünmek, bir yerlerde var olduğuna inanıp, diğer herkese kapılarınızı kapatmak. 

Sonra da yaşınız geçince "Evde kaldım" paniğiyle, umudunuzu da yitirip, yanlış evliliklere yol almak, ya da yalnızlığı dibine kadar yaşamak... 

Hani biri var, kim olduğunu bilmiyorsunuz. Ama bir yerlerde sizi anlayacağına inandığınız, sizi yaşatacağına inandığınız biri... Ona adanıyor şarkılar, şiirler, mektuplar, filmler, kitaplar. 

"Giden birini beklemekten iyi ne de olsa, belki de hiç gelmeyecek birini beklemek" diye düşünüyorsunuz. Bir 'O' var bir yerlerde. Belki de bazen onu beklemediğimiz için karşımıza çıkanları değerlendirmeye tabi tutuyoruz. Belki de o çıkana kadar sırf bu yüzden yanlış ilişkiler yaşıyoruz. 

Flörtün de bir dönemi var. On sene boyunca birlikte olduğunuz birini daha ne kadar tanımaya çalışacaksınız ki? O zamana kadar tanıyamadıysanız, on seneden sonra da hiç tanıyamazsınız. O yüzden, uzun süreli bir ilişkim var deyip, onun sırları verileceğine, o uzun süreli ilişkileri daha ciddi bir boyuta taşımak ilişkileri daha sağlam kılacaktır diye düşünüyorum. 

Ara verelim durumları da, sanki maçmış da onun arasını veriyorlarmış, ya da reklammış, filmmiş gibi bir izlenim yaratıyor her zaman gözümde. Neyin arası? Perde kapanmasın aşk eğer gerçekse. 

İnsanlar yalnızlık korkusunun ağır basması sonucunda yeni bir ilişkiye başlıyorlar genelde. 

Evet, bir çekim gücü ön planda oluyor. Bir şeyler hissediliyor hiç kimseye hissedilmediği kadar. 

Lâkin bir aşka esas başlama nedeni, ihtiyaçlardan doğan nedenlerdir. İhtiyaçlarını gidermek için insanlar ilişki yaşıyorlar. Yalnızlık korkusu, hayatında biri olmadan ölüp gitme telaşı, çevresindeki insanların sevgililerinin olması, ya da torun torbaya karışması vb... 

Dünyada bir tek ikinizin yaşadığını düşünün. Başka hiç kimse yok. Siz ve o. İkiniz. O zaman yalnızlığı sırtlama düşünceniz daha kolay gelecektir ve belki de onunla olmayı hiç düşünmeyeceksinizdir. Esasında biriyle flört etmemizin en büyük etkeni çevremiz oluyor. 

Beğenilmişsiniz, beğenmişsiniz de, bunu taçlandırmak lâzım. Bir şeyler yaşanmazsa çevreye karşı ayıp olur. Hayatınızda kaç kere âşık oldunuz? Hepsi için aynı duyguları mı hissettiniz? 

Bittikten sonra hepsinden aynı oranla mı nefret ettiniz? Yoksa zaman geçip, olgunlaştıktan sonra, "Sevmedim" mi dediniz? Yaşadıklarınızla barışmalısınız. Yaşadıklarınız ve sevdiğinizi sandıklarınız, yalnızlığınızı uzaklara saldığınız, çevrenize karşı büyük bir onurla tanıttığınız kişileri, o aşkları bağışlamalısınız. Bakın bağışlamadığınızda neler olur... 

1- Aşk yok, zaten ben inanmıyorum. Bir daha hiç kimseyi sevmeyeceğim. Çevremde herkesin sevgilisi var. Ben neden bu kadar şanssızım? 

2-Mantık evliliği yapacağım ben, yok kardeşim bir kere aşka inandık iyi halt ettik. Yok yok istemez. 

3-Çok mu çirkinim? Neden hiç kimse beni sevmiyor, neden değer vermiyor? 

4-Etrafımdaki herkes evlendi. Şu çirkin kız bile evlendi yaa, inanamıyorummm. 

Evet, aşksız bir ruh kendisini, ya da çevresindekileri suçlayacaktır. Ama hem aşksız hem kindarsanız, o zaman bırakın aşkı, sevgiyi bulmanız bile imkânsız bir hâle gelir. Bırakın sorgulamaları, yanlışları ve doğrularıyla sevin ne yaşadıysanız. Yalnızlıktan mı yaşadınız o ilişkiyi, yalnızlığı sevin önce. Gerçekten âşık mıydınız, unutamadınız mı? Sigara paketlerinden medet umacağınıza telefon açıp ağzınıza geleni söyleyin ve rahatlayın. 

Tek bir insanın "Bitti" demesiyle bitmez ilişkiler. Ayrılmakla da, yol ayrımına girmekle de bitmez. 

Bir ilişki ancak onu beyninizden atıp, affettiğiniz an biter. Affedilmeyen bir ilişki beyninizde ve kalbinizde defalarca tekrarlanıp, sizi başkalarından ayırmaya mahkumdur. 

Haydi bakalım herkes nefretiyle barışsın. Nefret de yalnız kaldığı için önce bir küfredecek, sonra hepimizi affedecektir.

5 Nisan 2012 Perşembe

bir şairin dediği gibi;



bir şairin dediği gibi;
''başka anlamlar arama gerek yok!
katlandığım kadar seviyorum seni gerçek bu..''
evet bu!
İnsanlar katlandığı ve kaldırabildiği kadar sevebiliyor
işte bu yüzden;
kendi yüreğinden büyük sevdaları taşımış çocuklardan
kaybolan uçurtmaların hesabı sorulamaz!

~Kahraman Tazeoğlu

Mümkünse..


Çok saçmaladım, bağışla .
İnsanın kalbi darmadağın olunca, kafası da karışıyor.
Mümkünse, söylediklerimi unuturken beni aklından çıkarma
...